oktay özel’i türkiye 1643 kitabıyla tanıyıp sevmiştim. bir uca şahsi kanaat geveleme kitaplarını, diğer uca da yığma-cümleli akademik kafa törpüsü şablon-kitapları koyarsak; ikisinin tam ortasında, mükemmel bir ara formda yazıldığı için özellikle. çünkü nasıl anlattığınız her şeydir. kitap ayrıca iyi bir dönem tarihi olmanın yanı sıra, zeminine yazarın kişisel macerası yedirilmiş bir “memleket ruhu” tablosuydu: bir türkiye’nin ruhu kitapları listesi yapacak olsam tereddütsüz ilk üçe koyarım. “burası neresidir? buranın kolektif tarihinde yatan temel dinamikler nelerdir?” gibi sorulara iyi cevaplar (hiçbir şeye iyi cevap vermek mümkün değildir diyorsanız da iyi karşı-sorular) veren bir çalışmaydı.
yıllardır kitapçı gezmiyorum, geçenlerde kendimi kitapçıya girip raf gezmeye zorladığım bir sıra yeni bir kitabının çıktığını görüp aldım. kiske kuşunun peşinde: katamizeler (1835-1981). kiske bildiğimiz alakargaymış (bildiğiniz alakarga belki, ben çocukken peder beyden alakise diye öğrendim bu süslü kargayı: merhaba kuşların elli kilometrede bir nüfusa başka türlü geçirildiği memleketim), katamizeler de yazarın mensup olduğu gürcü aşireti. kitabı tanıtmayacağım, çünkü tam okudum diyemem. 400’e yakın sayfanın herhalde 200’den fazlasını okumuşumdur ama geneli itibariyle o kadar mikro bir tarih ki yazarın dede köyündeki her bir arsanın adını ve onlarca akrabanın hısmın onlarca kez tekrar eden adlarını takip etmek benim için yorucu oldu, belki konsantrasyonu daha yüksek dostlar daha verimli okuyabilir. tabii hakkını yemeyeyim, kitap sadece böyle ayrıntılarla dolu değil. gürcülerin islamlaşması, anadolu’ya göçleri, ermeni soykırımı (&yetimleri, evlatlıklaşmaları), rum kırımı ve mübadelesi, yereldeki iktidar ilişkileri ve mal mülk el değiştirmeleri (/gaspları) vb. konulara dair eşi benzeri zor bulunacak titizlikle ve ayrıntıyla dizilmiş hazine gibi bölümleri var. hele ki soyu sopu o civara, ordu ve havalisine dayanan veya gürcü kökleri olan biri olsam ayrı bir merak ve iştahla okurdum.
ben aslında kitap aklıma başka bir şey getirdiği, aklımdaki başka bir şeyi deştiği için girdim söze. oktay özel 400 sayfaya mütecaviz eserini ailesi, dedeleri, dedelerinin ebeveyni, bunlardan türeyen onlarca akrabası ve onların sayısız olay hakkındaki sayfalar dolusu tanıklığı üstüne kurmuş. gözümüz yok, ne iyi etmiş. çürüksu (kobuleti) nüfus defterlerinden aile içinde yazılmış çeşitli hatırata, şahsi fotoğraf arşivlerine, vasiyetname vesaire türü evraka kadar dünya kadar veriyle dolu bir kitap. işte tam bu resim karşısında aklıma biz aile tarihi olmayan milyonlar geldiği için girdim lafa, onu diyordum, bir türlü diyemedim.
tabii soyismi kadızade, ser[meslek]oğlu falan olan dostlarımız üstüne alınmasın, onların belki aile tarihi vardır ama biz soyismi çomak, çubuk, kara, çelik falan olanların şeceresi daha ziyade (çok erken yaşta boktan bir sebeple öldüğü için kendilerini bile pek tanıyamadığımız) dedemizin falan köyden filan köye çoban gelip kime yanaşma olduğu türünden ayrıntılarla sona eriyor. ondan öncesinde zaten herkes birtakım savaşlarda cephane olarak kullanılıp tarihten kazınmış. ingilizcede “cannon fodder” (“top mühimmatı” demeye getiren, herhalde “top besini” şeklinde çevrilebilecek bir tamlama) diye güzel bir laf var, savaşta/hayatta sarf malzemesi olarak kullanılan askeri/insanı tarif ediyor. atamız dedemiz topa mühimmat, ebemiz nenemiz onlardan kalan zayiat yani.
sohbet abiler biz çok fakirdik filan gibi seslemeye başlamamıştır umarım, bana bu tarihsizlik ve bu tarihsizliğin evlatlarının (bilhassa akranım olan evlatlarının) yaşam macerası çok büyüleyici geliyor (“bütün soylu soplu aileler birbirine benzer, anonim kabile evlatları ise…”). üniversite yıllarından bu yana vaktimi iyi kötü okuryazar çevreler içinde geçirdiğim için, özellikle bu çevre içinde mezkur iki insan tipinin hem biraradalığını hem de aralarındaki (çoğunlukla görünmez) husumeti gözlemekten keyif alıyorum (gerçi ben de bunun içindeyim zaten). büyük ihtimalle çocukluğunda geç neolitik şartlarındaki yaşama bizzat tanıklık etmiş olup bugün kürsülerden alman idealizminin bilmem ne çelişkisi filan diye konuşma yapan insanların akıllarının bir köşesinde bu arkaplanın kendini sezdirmediğini düşünmek de, bunun tutumlarına yansımadığına inanmak da, bana sorarsanız, dev kerizlik olur. aslında deyip edeceğim şey tek bir cümleydi, oraya geleyim. burada ana hatlarıyla iki temel pozisyon var: 1) bu geçmişsizliği bir kompleks haline getirip avara kasnak kiniyle somurtanlar, 2) bunu dilini, bakışını renklendiren bir fırçaya dönüştürenler. ikinci grup, size âşığız.
(alakasız, ama unutamadığım, ama konuyla biraz da bağlı [çünkü çatışma sadece tarihliler ve tarihsizler arasında değil hani] bir bitiş notu: askerlik vazifesinden kaçmanın görece biraz daha zahmetli olduğu yıllarda üniversiteden üniversiteye master kaydı gezdirirken konuk olduğum sefil bir dersin sefil bir hocası aklımdan çıkmıyor. okuryazarlığı şüpheli, ben dün fuko okudum çok iyiydi falan gibi günaydınları olan bu insan taslağı beni bir sebeple gözüne kestirmiş, aralarda sürekli musallat olup kitaplarla, yazarlarla ilgili kanaatlerimi oltalıyordu. bir gün yaklaşıp “tahsin yücel’i bilir misin?” diye sordu, kendisi de muhtemelen adsız bir rençberin oğlu, en iyi ihtimalle torunu olan toksik muhteris zat, “e biliyorum?” dedim. “beş para etmez adam,” dedi. “bir defa karşılaştık, o kadar okumuş yazmış adam hâlâ şiveli konuşuyordu inanır mısın?”)
Kazak Abdal söyler bu türlü sözü
Yoğurt ayran ile hallolmuş özü
Köyden şehre gelen bir köylü kızı
İnci yakut ister mercân beğenmez