biyografisizlikten ölüyoruz. büyük siyasetçilerimizin, sanatçılarımızın idare eder biyografileri bile yok. düşünce, siyaset, sanat dünyamızın simge isimlerinin yaşamlarına dair bilgi almak için ya (bir umut) asırlık gazete arşivi karıştırmak gerekiyor veya ekşi sözlük vs. gibi platformlardan derlenmiş uyduruk bilgilerle dolu biyografi.net benzeri sayfalardaki üç satır yazıyla yetinmek zorunda kalıyoruz. tabii ki kırk yılda bir çok kıymetli çalışmalar çıkıyor ama sayıları çok az.
o yüzden (yine bir biyografisi mevcut olmayan) hüseyin rahmi’nin söyleşilerinin derlenmiş olması çok kıymetli, sevindirici bir şey. serdar soydan derlemiş, sanat kritik yayınlamış. kapaktan kırpıp yukarıya koyduğum şu muhteşem fotoğraf bile çok kıymetli, ve bu fotoğrafın hikâyesi de neden biyografisiz bir memlekette olduğumuza ışık tutuyor aslında. soydan önsözde şöyle diyor:
kitabın kapağında yer alan, arşivimde bulunan ve hiç bilinmeyen hüseyin rahmi gürpınar fotoğrafınıysa geçen aylarda bir müzayededen aldım. zira gürpınar’ın varisleri 2013’te ellerindeki her şeyi sahaf halil bingöl’e satmış ve o tarihten sonra tereke maalesef dağılmış.
kitapta 1921-1944 yılları arasında gerçekleştirilmiş 33 söyleşi var. yazarın sağlık durumundan gönül işleri mazisine, gündelik rutininden telif gelirlerine dek pek çok konuya dair bir sürü şey öğrendim, memnun oldum. ama şunu da diyeceğim: bu kadar uzun bir zaman aralığına yayılmış (ve dolayısıyla yazarın ellili, altmışlı ve yetmişli yaşlarını kapsayan, bir bakıma farklı farklı insanlarla yapılmış) söyleşilerde can sıkıcı bir ortak nokta var. daha doğrusu çok fazla ortak nokta oluşu can sıkıcı: sorular neredeyse birbirinin aynı. kendisi gevezelik edip de hayata dair birtakım genel kanaatlerini paylaşıyor yer yer, ama sohbet bu insanın dünyaya bakışına dair, hayatı nasıl gördüğüne dair, zorlandıklarına dair pek bir şey öğrenebilecek kadar derinleşmiyor hiçbir zaman. sanıyorum bu defa asıl kusurlu biz değiliz, frenkler. o dönemde (insanlık için büyük talihsizlik) batıda da moda olan “anket” belası yüzünden aslında bu söyleşilerin epeycesi pek de söyleşi değil, aynı soruların her hafta başka bir yazara/ünlüye yöneltildiği seri anketlerin birer parçası. o yüzden büyük yazar diye ayağına gittiği kimseye “kaç yaşındasınız? kaç kitap yazdınız?” gibi sorular soranlara da rastlanıyor.
iyi bir okuruyum diyemem, zaten okuduğum da aklımda kalmıyor ama rahmi bey’i çok seviyorum. öncelikle hangi kitabını okursanız okuyun, kendinizi (diyelim ki sıkıcı bile olsa) organik bir sahnede buluyorsunuz. mahalleler, çekişmeler, dertler öyle derme çatma piyeslerden fırlamış gibi değil. aynı zamanda “hafif” de bir yazar. derinliksiz manasında değil tabii, hayatın hafif yanlarına eğilmeyi kendine yakıştırmazlık etmeyişi ve kuvvetli hümoru bakımından. bu kitaptaki söyleşilerde bazı sorulara verdiği cevaplarla biraz daha sevdim rahmi bey’i. mesela bir yerde “[yazarlardan] kimleri beğeniyorsunuz?” sorusuna şöyle cevap veriyor: “ahlakı mı nazar-ı dikkate alacağız, iktidarı mı? gücenmeyiniz, kendim de dahil olmak üzere söylüyorum, aramızda birinci ciheti kurcalamaya pek gelmez.” başka bir yerde kendisine “gençliğin üstadı ne kadar sevdiğini, eserlerini ne kadar iştiyakla okuduğunu” söylüyorlar. rahmi bey de “eser kıtlığı efendim…” diyor. “hayatınızda hiç yalan söylediniz mi?” diye soruyorlar. soruyu tekrar ediyor. sonra “bu istifhamın [sorunun] karşısında düşündüm ve gülerek sualinizi tersine çevirdim. bütün ömrümde acaba ben hiç doğru söyledim mi? menfaatimi doğrulukta gördüğüm belki pek nadir anlarımda…” dedikten sonra tatlı tatlı anlatmaya devam ediyor. merak eden alsın okusun, hediyesi 200 lira. neyse, neredeyse rastgele seçtiğim bu üç cevabı güzel kılan şey tatlı bir hazırcevaplığı yansıtmaları değil. yazarın kendini nerede, ne olarak gördüğüne, insanı ne olarak gördüğüne dair çok önemli şeyler söylüyorlar ve bence hüseyin rahmi’nin “öbürlerinden” en çok ayrıldığı yer de burası. çok çalışkan, işini iyi yapan ama küçük dağları sahiplenmek için çırpınmayan bir yazar.
gerçi küçük bir tepeyi sahipleniyor. hüseyin rahmi’nin kişisel hayatı da (keşke hakkında daha çok şey bilsek!) çok tatlı bir huysuzluklar zinciri. insan sevgisiyle dolu biri olduğu söylenemez. 1910’larda heybeliada’ya (bugün kendi adını taşıyan sokağa) kiracı geliyor. bu dönemle ilgili sağdan soldan kırpık kırpık hatırladıklarıma göre azılı bir gürültü düşmanı da. yoldan gelip geçenin sesine bile tahammülü yok. bir süre sonra ev sahibi yüksek bir zam yapmak isteyince tepesi atıyor ve şıpsevdi kitabının telif geliriyle adanın gerçekten (bugün bile) dağ başı sayılabilecek bir noktasına bir yavru konak dikiyor ve ölene kadar bff’i hulusi bey’le birlikte burada yaşıyor (aslında hulusi bey ondan önce ölüyor ama öylesi de ‘ölene kadar’a çıkıyor). öldükten sonra da beraberler gerçi, heybeliada mezarlığı’nda birkaç metre arayla yatıyorlar. mezarlık demişken, rahmi bey’in hoşluklarından biri daha: “istanbul’da nerede dolaşırım bilir misiniz? mezarlıklar arasında. bu da benim zevkim. sigaram yoktur. rakı içmem. bir kadeh rakı içsem imkânı yok yazı yazamam.” ve içki demişken, öyle bir içmemekmiş ki, söyleşilerden birinin takdiminde şu satırlar var: “istanbul’daki içki düşmanları alkol içmeyenlerin ne mükemmel çalıştıklarını anlatmak için ikide bir hüseyin rahmi’yi misal olarak gösterirler.” bu vesileyle iç gıcıklayan “alkol içmek” lafının en az 39 senesinden beri dolaşımda olduğuna da dikiz.

insan kitabı okuduktan sonra söyleşilerin tamamının gerçekleştirildiği yer olan ve söyleşicilerin neredeyse istisnasız olarak “çıkarken nefes nefese kaldık, pek yüksekte, aman ne manzara,” gibi övgü ve yergilerle söyleşilerinde sabit birer karakter haline getirdiği evi ziyaret etmek isteyebilir. hele ki o ev bir müzeyse. ki adı müze. ama memleket biyografi kanseri olduğu için o iş de öyle kolay değil. rahmi bey ölünce varisleri bir süre sonra evi valiliğe devrediyor. valilik burayı müze yapıyor. sonra müze restorasyona girip ibb’ye devrediliyor. ibb el değiştirince vakıflar devreye girip müzeyi yamyam falanca şehzade vakfı adına tescilliyor. sonrası çeşitli davalar, mahkeme kararları, itirazlar… aradan geçen yıllar içinde yazarın kişisel eşyaları, tabloları kapanın elinde kalmış. bir gün müze yine açılırsa dört kuru duvarına bakmaya gideriz.
erkan bey'e rezerve bonus: bir söyleşide "edebiyatımız sizce nereye gitmeli?" gibi bir soruya hüseyin rahmi şöyle cevap veriyor:
"bizde henüz daha bir esas göremiyorum. (...) bir ideal lazım, ideal var mı bizde? (...) zannedersem henüz aramakla meşgulüz. nazım hikmet bunu belki buldu. şüphe yok ki bize öyle şiir lazım. bugünün, yani yaşanılan hayatın istediği şiir odur."
sahaf halil bingöl de bugün öte tarafa gitmiş. denk geldiği için, not ettim.